• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/cheeselifemagazine
  • https://www.twitter.com/@cheeselifemaga1
  • https://www.instagram.com/cheeselifemagazine1
  • https://www.youtube.com/channel/UCVphzDSCv172cvqPtzyw-4A
Ekrem BULUT
eb-ekrem@hotmail.com
Paranın Tanrılaştırıldığı Dünyada İnsan Kalmak
09/11/2025

 

          İnsanlık, tarih boyunca aynı yanılgıyı farklı biçimlerde yeniden üretmiştir: Kendi yarattığı şeye anlam yükleyip ona teslim olmak. Antik Mısır’da insanlar tanrısal gücü Apis boğasında, Yunan dünyasında ise mermerden yapılmış heykellerde, altınla süslenmiş tapınaklarda arıyorlardı. Bugünse o tapınaklar yerini gökdelenlere, o tanrılar yerini piyasalara bırakmıştır. Paranın hükümranlığı, modern insanın yeni inanç sistemine dönüşmüştür.

           Modern insan, değer kavramını artık ahlaki ya da insani ölçütlerle değil, ekonomik göstergelerle tanımlar hale geldi. Gayrimenkul fiyatları, döviz kurları, borsa endeksleri — bunlar yalnızca ekonomik veriler değil, aynı zamanda kimlik göstergeleri hâline gelmiştir. İnsan, üretme gücüyle değil, sahip olduklarıyla tanımlanıyor. Değer, artık emeğin değil, mülkiyetin karşılığıdır.

           Bir zamanlar mülk, yaşamı sürdürmenin aracıyken; bugün yaşamın kendisi mülkün gerekçesine dönüşmüştür. “Bir evim olsun” sözü, yerini “daha çok evim olmalı”ya bırakmıştır. Bu dönüşüm, yalnızca tüketim alışkanlıklarını değil, insanın varlıkla kurduğu ilişkiyi de kökten değiştirmiştir. Ekonomik başarı, ahlaki bir üstünlük göstergesi gibi sunulmakta; zenginlik, erdemin yerine geçmektedir.

          Max Weber’in işaret ettiği “rasyonelleşme” süreci bugün yeni bir biçim kazanmıştır. Akıl, artık anlam üretmenin değil, kazanç hesaplamanın aracıdır. İnsan, düşünsel bir varlık olmaktan çok, finansal stratejiler geliştiren bir aktöre dönüşmüştür. Rasyonellik, etik bir tutum değil, verimlilik ölçütü olarak yorumlanıyor. Toplum, hesap yapan bireylerden oluşan bir sisteme evrilmiş durumda.

           Bu sistemin en çarpıcı sonucu, sosyal ilişkilerin metalaşmasıdır. Bireyler arasındaki bağlar, ekonomik çıkarlar doğrultusunda kuruluyor ve çözülüyor. Kardeşlerin miras yüzünden birbirine düşmesi, dostlukların maddi beklentiye dönüşmesi, aile içi ilişkilerin “mülkiyet değerine” göre biçimlenmesi artık sıradanlaştı. Dayanışmanın yerini rekabet, güvenin yerini hesap aldı.

            Durkheim’in “anomi” kavramı, bugünün toplumunu betimlemek için hâlâ geçerlidir. Toplumsal normların çözülmesi ve bireylerin ortak bir anlam sisteminden kopuşu, ekonomik ölçütlerin mutlaklaşmasıyla yeniden yaşanıyor. İnsanlar birbirine değil, sahip olduklarına güveniyor. Yüksek duvarlı siteler yalnız güvenliği değil; toplumsal yabancılaşmayı da inşa ediyor. Her birey, kendini ekonomik statüsünün sınırları içinde korumaya çalışıyor.

           Bu süreç yalnız toplumsal değil, psikolojik bir dönüşümdür de. Freud’un “medeniyetin huzursuzluğu” dediği şey, günümüzde “mülkiyetin huzursuzluğu” biçimini almıştır. Birey, sahip oldukça huzur bulacağını sanıyor; oysa sahip olduklarının kaybı korkusuyla yaşamaya başlıyor. Kimliğini mülkle tanımlayan insan, onu kaybettiğinde yalnız ekonomik değil, varoluşsal bir çöküş yaşıyor.

           Erich Fromm’un “sahip olmak mı, olmak mı?” sorusu bugün her zamankinden daha günceldir. Modern birey, “olma” yetisini “sahip olma”ya feda etmiş durumda. İnsan, içsel anlam üretmek yerine dışsal göstergelerle varlık bulmaya çalışıyor. Bu da onu sürekli bir tatminsizlik, kıyas ve yetersizlik duygusuna mahkûm ediyor. Artık başarı, içsel gelişimle değil, piyasa değerleriyle ölçülüyor.

          Oysa uygarlık tarihine baktığımızda, insanlığa yön verenlerin çoğu “sahip olmayanlar”dı.
Sokrates, Atina sokaklarında yalınayak dolaşırken gerçeği aramanın hazzını altınla değil, düşünceyle ölçüyordu.
Diogenes, fıçısında yaşamayı seçerek zenginliğin değil, özgürlüğün peşine düşmüştü.
Spinoza, elmas keserek geçimini sağlıyor ama felsefeyi bir zenginlik değil, içsel bir arınma olarak görüyordu.
Tolstoy, malikânelerini terk edip köylülerle yaşamayı seçtiğinde “insan olmanın” mülkiyetten daha yüce bir anlam taşıdığını göstermişti.
Van Gogh, yaşamı boyunca bir tablo bile satamadı ama bugün onun eserleri insan ruhunun derinliklerine ışık tutuyor.
Kafka, bir memur maaşıyla yaşadı; fakat insanın varoluş sancısını edebiyatın evrensel dili hâline getirdi.
Bach, Beethoven, Dostoyevski, Simone Weil, hatta Einstein… Hepsi farklı alanlarda aynı şeyi öğretti: Gerçek değer, paranın hükümranlığına direnebilen düşüncedir.

           Bu insanlar, zenginliğin değil, anlamın peşindeydiler. Onların yaşamları, bir çağın “kazanma” saplantısına karşı “olma”nın direnişidir. Bugün hâlâ onların fikirlerinden, sanatından, müziğinden beslenmemizin nedeni de budur: Çünkü onlar mülk biriktirmediler, anlam biriktirdiler. Zenginlikleri banka hesaplarında değil, insanlığın ortak hafızasında yaşamaya devam ediyor.

           Kant’ın ahlak felsefesi, insanın araç değil, amaç olarak görülmesi gerektiğini vurgular. Ne var ki günümüz toplumunda insan, sistemin aracına dönüşmüş durumda. Ekonomik yapılar bireyi özgürleştirmiyor; aksine görünmez bir bağımlılıkla çevreliyor. İnsan, kendi yarattığı ekonomik düzenin işçisi, hatta mahkûmu hâline geliyor.

          Tüm bu tablo içinde “insan kalmak” artık kolay bir eylem değil. Çünkü insani değerler, ekonomik göstergelerin gürültüsü içinde silikleşiyor. Empati, paylaşma ve kanaat gibi kavramlar, üretkenlik ve rekabet söylemleri karşısında güçsüz kalıyor.
Fakat belki de tam bu noktada yeni bir etik direniş biçimi doğuyor: Sahip olmaktan çok anlam üretmeyi, biriktirmekten çok paylaşmayı, rekabetten çok dayanışmayı seçmek.

          Gerçek özgürlük, mülkiyetin sınırlarını aşabilmekte gizlidir.
Bir toplumun kurtuluşu, ekonomik büyümede değil; değer üretebilme kapasitesindedir.
Ve belki de insanlığın en büyük kazanımı, yeniden putları değil, insanı merkeze almayı başardığı gün başlayacaktır.

 



77 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Sağlık, Eğitim ve Gıdanın Biyopolitik Denetimi - 11/11/2025
Bu durum, Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramını hatırlatır: İktidar artık yalnızca insanların davranışlarını değil, bedenlerini, zihinlerini ve hatta yaşam sürelerini bile yönetir.
Yalnızlıktan kaçışın Maskesi: Sosyalleşme, Sevgi ve Varoluşun Boşluğu - 09/11/2025
Sosyal medyada kurulan “bağlar”, çoğu zaman temassız yakınlıklardır. Orada herkes birbirine dokunur ama kimse kimseye değmez. Bir fotoğrafın altına bırakılan kalp, çoğu zaman samimiyetten çok var olma bildirgesidir: “Buradayım, beni unutma"
Kaderin Kozmik Aklı - 08/11/2025
İnsanın varoluş serüveni boyunca en kadim ve yakıcı sorulardan biri “neden acı çekeriz?” sorusu olmuştur.