
Ekrem BULUT
eb-ekrem@hotmail.com
Yalnızlıktan kaçışın Maskesi: Sosyalleşme, Sevgi ve Varoluşun Boşluğu
09/11/2025 İnsan, doğası gereği hem yalnızlıktan kaçar hem de ondan beslenir. Yalnızlık, varoluşun en çıplak biçimidir; insanın kendisiyle, kendi iç yankısıyla baş başa kaldığı o sessiz alandır. Fakat çoğu zaman bu sessizlik dayanılmaz gelir. Kendiyle yüzleşmekten korkan birey, dışarıya yönelir; konuşmaya, paylaşmaya, görünmeye, sevilmeye... Böylece yalnızlıktan kurtulma çabası, farkında olmadan sahte bir sosyalleşme döngüsüne dönüşür. Bu döngüde insan, gerçekten iletişim kurmaz; yalnızca yalnız olmadığını kendine kanıtlamaya çalışır. Modern toplumda sosyalleşme, çoğu zaman bir varoluş pratiği değil, bir kaçış biçimidir. Sosyal ilişkiler, anlam üretmekten çok kimlik inşa etmenin aracı hâline gelir. İnsan, içsel boşluğunu başkalarının bakışında doldurmak ister. Sosyal medyada “görülmek”, partilerde “var olmak”, ilişkilerde “sevilmek” arzusu—hepsi aynı kökten beslenir: görünmez kalma korkusu. Varoluşçu psikoterapi, bu durumu insanın otantik benliğinden uzaklaşması olarak tanımlar. Kişi, kendiyle temasını yitirdikçe, başkalarının onayına daha fazla ihtiyaç duyar; sevgi, bir duygudan çok bir güvenlik arayışına dönüşür. Bugünün dijital çağında bu arayış daha da görünür hâle gelmiştir. “Paylaşmak” artık bir duygusal ihtiyaç değil, varoluşsal bir stratejiye dönüşmüştür. İnsan, yaşadığını hissetmek için bir fotoğraf yükler, bir hikâye paylaşır, bir gönderi beğenir. Sosyalleşme dijital bir performansa, duygular birer görsel ifadeye indirgenmiştir. Sevilmek, artık bir derinlik meselesi değil; kaç kişi tarafından beğenildiğimizle ölçülür. Oysa bu görünürlük ekonomisi, ruhsal bir yoksunluğu gizler. Kişi, kendi iç sesini susturdukça dijital yankıların içinde kaybolur. Sosyal medyada kurulan “bağlar”, çoğu zaman temassız yakınlıklardır. Orada herkes birbirine dokunur ama kimse kimseye değmez. Bir fotoğrafın altına bırakılan kalp, çoğu zaman samimiyetten çok var olma bildirgesidir: “Buradayım, beni unutma.” Modern insan, görünür oldukça yalnızlaşır; paylaştıkça içi biraz daha boşalır. Çünkü paylaşımlar çoğu zaman anlamın değil, sessizliğin yerini alır. İnsan, dijital kalabalıkların ortasında bile ruhsal bir ıssızlığın içinde dolaşır. Aslında birçok insan sevmek için değil, yalnız kalmamak için ilişki kurar; paylaşmak için değil, unutulmamak için paylaşır. Sevgi, özünden koparak bir tür psikolojik pansumana dönüşür. Korku, sevgi kılığına bürünür; dokunmak, anlaşılmaktan çok varlığını kanıtlamak içindir. Ancak bu çabanın sonunda insan, yine yalnız kalır—çünkü ilişki, iki otantik benliğin karşılaşması değil, iki kaçışın kesişimidir. Yalnızlıktan kaçmak için kurulan bağlar, insanı kendinden daha da uzaklaştırır. Sevgi, korkunun uzantısına; sosyalleşme, sessiz bir yalnızlığa dönüşür. Varoluşçu psikoterapi bize şunu hatırlatır: İnsan, yalnızlığını reddederek değil, onu kabul ederek olgunlaşır. Gerçek sevgi, yalnız kalabilen iki insanın birbirine dokunuşudur; birbirini doldurmaya değil, anlamaya yönelmiş bir karşılaşmadır. Sosyalleşme, eğer bu içsel farkındalık üzerine kurulmamışsa, yalnızlıkla yüzleşme cesaretini ertelemekten başka bir şey değildir. Belki de modern insanın en büyük trajedisi, kalabalıklar içinde kendini bulmak isterken kendinden daha da uzaklaşmasıdır. Sosyal medyada yankılanan her paylaşım, bir çağrı gibidir: “Beni duyun.” Fakat kimse gerçekten dinlemez. Çünkü herkes, aynı sessizliğin içinden konuşmaktadır. |
|
|
Yorumlar |
| Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
| Sağlık, Eğitim ve Gıdanın Biyopolitik Denetimi - 11/11/2025 |
| Bu durum, Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramını hatırlatır: İktidar artık yalnızca insanların davranışlarını değil, bedenlerini, zihinlerini ve hatta yaşam sürelerini bile yönetir. |
| Paranın Tanrılaştırıldığı Dünyada İnsan Kalmak - 09/11/2025 |
| Bu sistemin en çarpıcı sonucu, sosyal ilişkilerin metalaşmasıdır. Bireyler arasındaki bağlar, ekonomik çıkarlar doğrultusunda kuruluyor ve çözülüyor. |
| Kaderin Kozmik Aklı - 08/11/2025 |
| İnsanın varoluş serüveni boyunca en kadim ve yakıcı sorulardan biri “neden acı çekeriz?” sorusu olmuştur. |